Yıllar önceydi.
Bir sonbahar günü elime bir ‘sonbahar yaprağı’nın düşüşü ile başladı her şey ve belki de hiçbir şey.
Ellerim o zamanlar şu an olduklarından daha ince ve daha miniktiler belki ama her zaman şimdi, bu satırları kaleme alırken oldukları gibi serindiler yine. Yine heyecanlanmıştım, yine yüreğim pıtı pıtı atmaya başlamıştı; belki de o nedenle soğuyuvermişlerdi öyle birden bire. Hiçbir zaman buz kesmezlerdi ama serindiler hep, serindirler de.
O ‘sonbahar yaprağı’nın üzerinde bir adres vardı. Bana giden, aklımdaki o soru bulutunun içinde yağmaya hazır, sadece başka bir bulut ile ya da herhangi bir soğuk hava kütlesi ile karşılaşmayı bekleyen, her sorunun cevabının adresini veren. 2003 senesinin sonbaharı birçok şeyi değiştirecekti ama şu anki geçmiş o zaman için bilinmez bir gelecekti. Tıpkı yarının bugünden sakladığı gelecek gibi.
Aslında tek başına da değildi o bulut: Bulut üzerinde bulut, onun yanında bir başka bulut, onun önünde başka bir bulut, onun arkasında iç içe geçmiş başkaları; ama hepsi birbiri ile ve benim ile bağlantılı, hepsi yağmak için sabırsızlanan. Havada bir sıkıntı, sıkıntının ucunda yumağın ucu, yumağın ucunda da onun sökülebilmesi için çekilmeyi bekleyen bir adet soru: ‘Aşk’, insanı bağımlı mı kılar yoksa özgür mü?
Öyle ilk anda bakıldığında her şey ile böylesine iç içe bir ilişkide olduğu kimin aklına gelebilir ki benimkine gelsin! Ama bir düşünün; yüzyıllar boyunca üzerine yüzlerce söz söylenmiş, yüzlerce şarkı yazılmış ve herkesin daima söyleyebileceği bir şeyi olan tek konu sizce de ‘aşk’ değil midir? Tıpkı sağda solda amaçsızca yeşeren, yolunsa da inadına yeniden yeniden toprağın aynı fakat ayrı noktalarından fışkıran otlar gibi değil midir ‘aşk’? Örneğin, Ernest Hemingway’ın Silahlara Veda’sında olduğu gibi herhangi bir savaş ortamında. Ya da olmaması gerektiğine büyük bir çoğunluk tarafından inanılan ‘yasak bir bahçe’de, tıpkı Balzac’ın Vadideki Zambak’ındaki gibi.
Herhangi birini ele alalım: Örneğin Balzac. Vadideki Zambak yazarın yaşam öyküsünden gerçek kesitleri içinde barındırır. Balzac, yaşadığı dönemde soylu bir hanımefendiye ‘aşık’ olmuş, sefil bir halde tek göz bir odada uzun süre yaşamış ve bu soylu hanımefendiye duyduğu ‘aşk’ının kendisine neler yaptırdığını eserinde anlatmaya çalışmıştır. Peki Balzac’a bunları yaşatan, kendini böylesine bir nehrin sularına bırakıp sürüklenivermesine neden olan ne idi? Neden? Peki ya Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ında yaratmış olduğu Pietro Crepsi karakterinin kendini o çok sevdiği müzik dükkanında öldürmesinin nedeni ne idi? Cevap tutku ve ‘aşk’larına karşılık bulamamaları olamaz mı?
Eğer ki derine iner ve en başa döner, kendimizi tüm bu kavramlardan arındırır daha sonra da teker teker bu kavramları açıklayacak ve sindirecek olursak şöyle bir örneği izlememiz gerekir:
Kendimizi Camus’nun Yabancı’sındaki Meursault karakteri yerine koyalım. Camus bu kitabında hem kendine hem de dış dünyaya yabancılaşmış bir karakteri anlatırken bize, bu karakterin etrafında olup biten her şeye nesnel bir biçimde yaklaşmasını ortaya koyuyor. Karakterin yansıttığı bu nesnelliğin içinde ne herhangi bir tutkunun, ne de ‘aşk kırıntısı’nın varlığından söz etmemizin mümkün olmadığını karakterin sevgilisi ile olan ilişkisine bakarak anlamamız mümkündür. Kitapta, evlilik sözcüğüne karakterin verdiği tepki ve sevgilisinin zaman içerisinde kaybettiği ‘isteği’ aslında bize sorumuzun cevabını veriyor: Aşk, insanı özgür mü kılar yoksa bağımlı mı?
“Aşk, iki kişilik yalnızlıktır.” diyen Erich Fromm, bizim kullandığımız ‘aşk’ kavramını irdeleyen sosyologlardan en önemlisi. Tutku, kısa bir soluktur Fromm’a göre. Ve insanların aşk aşk deyip durdukları da tutkunun en yoğun yaşandığı kısa bir soluktan ya da arka arkaya alınan kısa üç beş soluktan öteye geçemez; çünkü bu, insanların doğalarının, onlarda doğumlarından ölümlerine dek hüküm süren biyolojik etkenlerinin gerekliliğidir. Şöyle örneklemek mümkündür kanımca: İnsanı eski çağlarda düşünürsek eğer, hepimizin bildiği üzere göçebe hayatı içersinde nerede yiyecek veya daha geniş kapsamlı bir tanım yapacak olursak, nerede yaşamaya uygun koşullar bulurlarsa oraya yerleşir, oranın kaynaklarını bitirene dek orada kalır ve daha sonra da kendilerine yeni bir ‘yerleşim yeri’ bulmak üzere oradan ayrılırlardı. Bu, üretim yapamadıkları zamanlardı. Bu, yaşamalarını sürdürebilmeleri için bir gereklilikti; çünkü başka bir yol bilmiyorlardı. Tenleri, somut varlıkları neyi arzuluyor ise onun peşinden sürükleniyorlar ve sanıyorlardı ki soyut olan yanları da öyle istiyor. Soyut ve somut olan kavramların birbirlerinden ayrılabileceğini düşünemiyorlardı. Bunların birbirlerinden ayrılabileceğini düşünememelerine en güzel bir başka örneği de ‘Tanrı’ları saydıklarını kendilerinden daha üstün birer insan gibi görmeleri olmaz mı zaten. İşte Fromm’a göre bu ‘günü yaşa’ felsefesine göre ortaya çıkmış olan kavramlardan biridir ‘aşk’ da. Buradan yola çıkarak şunu söylemek yanlış olmaz ki, bugün bu şekilde yaşayanlar, ruhlarının ve bedenlerinin ihtiyaçlarını bir tutanlar, tüketiciler; bunun ikisini birbirinden ayırabilmiş olanlar ise üreticilerdir.
Fromm’un sevgi kavramını ‘aşk’ kavramından ayrı bir yere koyması ve öyle kullanması da bu nedenle oldukça yerindedir. ‘Aşk’ı tükenen, biten bir soluk; sevgiyi ise üreten, kendini yenileyen bir kavram (yerindeyse toprak) gibi görmesi buradan gelir.
İnsan, dünya üzerinde güçlü olabildiğince söz sahibidir ve gücü, üretebildiğince varolacaktır. Sevgi ise, üretebilmesinin yegane sebebidir. Aşk ise bireye kısa soluklu hazlar vermekten öteye gitmeyecektir. Ve tüketildiğinde, insanı olduğu yerden kaldırıp başka diyarlara taşınmasına neden olacaktır.
Tüm bu söylediklerimizi derli toplu aktaran, çok daha iyi anlamamıza neden olan bir başka eser de Ursula Le Guin’in Mülksüzler’idir. Le Guin bu eserinde, insanın doğasında varolan o mülk edinme tutkusundan arınmışlıkta kurulmuş bir düzeni, bilmediğimiz ve bilmemizin de imkansız olacağına inandığım ütopik bir dünyadan bahseder. Öyle ki, o dünyada bedensel ihtiyaçlar ile ruhsal olanlar birbirinden ince bir çizgi ile ayrılmış olup, kurulmuş olan bu ütopik toplumun gelişmişliği yapılan bu ayrımın neden olduğu üretkenliğe bağlanır. Yani insan, sevdiği ve sevebildiği kadar özgür, ‘aşık’ olduğu ölçüde de bağımlıdır.
|